Mülteci Asansörü
Fantastik roman alt başlığı ile çıkan taze bir kitap var masamda: Mülteci Asansörü. Kitap, okulu asan, gece boyu bilgisayar oyunu oynayan, asi bir gencin hayatına tanıklığımız ile başlıyor. Astım hastası bu delikanlı asansörde kilitli kalıyor ve havasızlıktan bayılıyor. Son gördüğü şey, asansörde yanıp sönen “mülteci” kelimesi. Bu bayılma ile romanın fantastik dünyasına giriyoruz. Kahramanımız Gökalp, kendisini bambaşka bir yerde bularak uyanıyor. Hatta kendisi de artık kendisi değil, o artık Mirvan adında bir delikanlı. Bir mülteci.
Mirvan seçilmiş kişidir ve Cehennemden kaçan, kendilerine inananlar dışında herkesi öldüren Cehennem Firarileri’ne yakalanmadan, Özgürlükler Diyarı’na gitmeye çalışır. Bu görevin hikayesini okuyoruz romanda.
Fantastik dünyada, Gökalp’in yani Mirvan’ın babası Jamal’dir. Jamal adı, ilk anda anlam veremediğim bir seçim oldu. Mülteci ve Jamal kelimeleri ister istemez insana, o ismin Cemal olması gerektiğini düşündürmüyor mu?
Fantastik bir roman olsun diye kurguda bazı unsurların fazla abartıldığını, fantastik görünen bazı parçaların birbirine eklenmeye çalışıldığını ama birbiri ile pek de iyi uyuşamadığını düşünüyorum. Bu da kurgunun sağlamlığını zedelemiş gibi görünüyor.
Kısa bir ara gördüğümüz cam orduları, gece nöbetçileri, duyguların neferi kim? Sembolik bir anlatımsa bu, fazla kapalı. Fakat değil gibi de gözüküyor “Duygularımın neferi, yürek ordusunu cam orduların üzerine gönderdi.” (s.32) gibi cümleler yüzünden.
Kitap boyunca asıl düşman olarak okuduğumuz Cehennem Firarileri çok cılız kalmış. Sadece bir bölümde kahramanımızla karşı karşıya geliyorlar ama orada da uzaktan bir göz teması var sadece. Bu karakterlerden korkarak çıkılan bir yolculuk var. Fakat yolculuk boyunca asıl düşman Cehennem Firarileri değil de sıcaklık, kuraklık, zehirli bitkiler vs gibi çevre faktörleri kahramanlarımıza sorun oluyor. Tabi Jamal’in her şey sığan İsveç çakısı gibi çantası her sorunu çözüyor neredeyse. Ayrıca bazı zorluklardan kurtulmak için iyi yürekli olmanız yetiyor. Kitapta kahramanların mücadelesi bazen abartı bazen de bu kadar da olmaz ki kolaylığında görünüyor insana.
Mirvan ve Jamal Cehennem Firarileri’ni buz tutmuş bir dağın içine girerek atlatıyorlar. Fakat orada dağın buz tutmuş kalbini eritiyor Mirvan, Jamal’i ve köpeği Beyaz Bulut’u kurtarmak için. Böylece dağdaki buzlar da eriyor kısa sürede. O halde, Cehennem Firarileri’ne set olan buz kapı da erimeli ve kahramanlarımızı takip etmeye devam etmeliler değil miydi? Fakat onlar orada kalıyor, bir daha göremiyoruz.
Şaman kültürü mü?
Mülteci Asansörü Şaman kültürünü anımsatan karakterler de içeriyor. Ormanın Ruhu, Buzul dağın kalbi, ormandaki yaşlı adam gibi… Ormanın Ruhu bildiğiniz ak sakallı, etrafına ışık saçan bir dede. Kahramanlarımıza yol gösterip, onlarla beraber yürüyor.
Jamal “Ormanın Ruhu, yüreğin çok büyük. Çok şükür Rabbim seni karşımıza çıkardı.” dedi daha çok şükrederek.
Ormanın Ruhu, elini yüreğine koyarak, “Evlat, Allah yolunda hizmet etmek büyük bir onurdur. İyi ki siz benim karşıma çıktınız. Unutmayın bu yürek Allah aşkı ile atmazsa, atsa da olur kalbi atmasa da.” dedi. (s.91-92)
Kitapta intiharı anımsatan bir ifade ile sahile vuran insan (mülteci) cesetlerine dair anlatımı biraz rahatsız edici buldum. “Kendimi şelalenin aşağıya dökülen soğuk sularına bıraktım. Köpürmüş suyun içinde yavaş yavaş dibe batıyordum… Huzur içinde sonumu bekliyordum. Beyaz bir kapının açıldığını gördüm. Tam oradan içeri girecekken siyah bir gölge beni tutup dışarı çıkardı.” (s. 58-59) Bu satırlar sadece bana mı çaresizlik içindeki kahramanımızın canına kıydığı imajını veriyor acaba? Gençlik romanlarında bu tür ihtimalleri okumak pek de hoşuma gitmiyor.
Kötü kokusu ile Mirvan’ı uzun süre kusmasına sebep olan, martıların saldırdığı, sahile vurmuş yüzlerce insan cesedi manzarası da pek hoş bir anlatımla kitaba dahil olmamış. (s.121)
Epey sıkıntı atlatılır ve nihayet Özgürlükler Diyarı’na gitmek için artık son adım olan denizin yanındaki adada bir ihtiyar ile karşılaşırlar. İhtiyar için de mülteci deseler de o, aslında ülkesini, insanlarını onların doğayı zehirlemesine dayanamadığı için kendi terk etmiş bir kişidir. Bu ihtiyar büyük bir heykelin yanındaki tapınakta yaşamaktadır. Aslında o heykeli, Özgürlükler Diyarı’na gitmek isteyip yola çıkan ama cesetleri geri dönen insanların anısına yapmıştır ve adı da Azgın Dalga Denizine Direnen Mülteci Heykeli’dir. Mirvan’ın etrafında, tütsü yakıp dualar ederek döner. Denizden aldığı suyu Mirvan’ın bedenine damlatır. En son asasıyla Mirvan’ın etrafında yedi kez dolanır. (s.140) Böylece Mirvan’ı “bütün kötülüklerden koruyacak bir dua kalkanı” oluşturduğunu öğreniriz. Sanki bir başka Şaman ayinine şahit olmuşçasına…
Nihayetinde Mirvan Özgürlükler Diyarı’na ulaşır. Görevi tamamlar. Artık “kum saati kötülükleri yok etmeye başladı.” Mirvan bayılır, uyandığında Gökalp’tir yeniden.
Erhan Şibik’in ilk okuduğum kitabı Bay Uzunkuyruk ve Periler Diyarı ile epey ümitlenmiştim. Bir çocuğun duygularını, hissiyatını güzel aksettiriyordu. Kendisinin yine duygular ağırlıklı, fantastik olma zorunluluğu hissetmeden hikayeler yazsa, biz de okusak, acaba ortaya çok daha güzel eserler çıkar mı diye düşünmeden edemiyorum.
Mülteci Asansörü kitabında şöyle cümleleri var mesela yazarın: “O an bir kamçı vuruldu geçmişime, geleceğime, hayallerime, rüyalarıma… Utangaç göllerden geçtim, asırlardır uyuyan gamsız dağlardan yuvarlandım, bilge ağaçların gölgesinde dinlendim, buğday tarlalarında koştum ve derin suların mavisine takıldım.” (s.28) Bu cümlede tattığımız okuma zevkinin bütün kitaba yayılmış olmasını beklemek hakkımız değil mi?
Mülteci Asansörü
Yazan: Erhan Şibik
Resimleyen: Fikret Yıldız
Kayalıpark Yayınları
Şubat 2018, 160 sayfa