Yaramaz Çocukları Ormana Götürelim
Dün bir hikaye kitabı dinledim.
Kitap şeklinden şemalinden anlaşıldığı kadarı ile çocuklar için yazılmış. Fakat daha ilk sayfalardan çocuk kitaplarının naif atmosferinde olmadığınızı anlıyorsunuz.
Öncelikle kitap zaten bir çocuk edebiyatı eseri değildi. Ne cümle kuruluşlarında ne anlatışta edebi dil zevkinizi devreye sokacak bir emek yoktu. Fakat daha da kötüsü bir çocuk kitabı olarak piyasaya sürülmüş bu yayının tek amacının çocuğu korkutarak eğiteceğini düşünen bir kalemden/editörden çıkmış olmasını düşündürecek detaylardı.
Yaramaz! kahramanımız Ayşe, ödevlerini yapmayan, arkadaşları ile iyi geçinemeyen ve artık yalan da söylemeye başlayan bir kız çocuğu. Öğretmenlerin ve annelerin istemeyeceği bir model! Zaten babası rahatlıkla bu kız çocuğuna “anneni çok üzüyorsun, bizi de üzüyorsun” diyebiliyor.
Sayfalar ilerledikçe anne, baba ve öğretmenden “insani” bir yaklaşım bekleyen iyimserliğinizin eli boş kalıyor. Anne kızını sokaktaki oyunundan kolundan çeke çeke eve götürüyor. Ayşe’ye ne hissettiğini soran, onu anlamaya çalışan tek bir kişi bile yok. Hani çocuğun yanında komşu teyzeye “bizimki de çok yaramaz” diye dertlenen ebeveynler vardır ya, işte o kıvamda herkes. Çocuğu “gören” bir kişi bile yok.
Öğretmenin de tavsiyesi ile işler biraz düzelir mi diye bekliyorken biz, çözüm arayışı şuraya geliyor: Ayşe, yaşıtı biri ile oynasın hem de hava değişikliği olsun, belki düzelir diye tertip edilen bir piknik. Ne anne ne baba hala gerçekten Ayşe ile ilgilenmiyor. Kendileri çay içer, yemek hazırlar, bulaşık yıkarken, Ayşe anne sözü dinleyen bir yaşıtı ile oynar, temiz hava alırsa “düzelir” diye düşünüyorlar.
Sonuçta Ayşe yine anne sözü dinlemeyerek piknik yaptıkları alanda kayboluyor. Ormanda tek başına kalıp bir de üstüne üstlük yaralandığı vakit bir aydınlanma yaşayarak anne babasının kıymetini anlıyor. Aslında bana çok iyi davranıyorlar, neden böyle yapıyorum ki diye kendi kendine pişmanlık yaşıyor. Ve ailesi onu bulduğu vakit ellerini hiç bırakmadan artık iyi bir kız olacağına söz veriyor.
Bu kitabın bize daha doğrusu bir çocuğa söylediği nedir? Çocuk bu kitabı okuyunca ne hisseder?
Aslında hepimizin algısında yer alan bir imaj değil mi bu? Anne-babana itiraz etme yoksa başına kötü bir şey gelir. Anne babaya saygının sonsuz olması gerektiğine kaniyim fakat buradaki başka bir şey.
Bu satırları kaleme alan insanın, çocuktaki çeşitli yaramazlıkların! -kaldı ki sokakta oyun oynarken ilk çağrıldığı anda eve koşan kaç çocuk vardır ve oyunu bırakamamak yaramazlık mıdır?- çözümü için önerdiği yol ne? Ormanda kaybolmasını sağlamak mı? Zihnimde direk çocukları biraz akıllansın diye onlar için mini kabuslar kurgulayan aileler canlanıyor ki tüylerim ürperiyor. “Bırak elleme aklı başına gelsin” mantığı ile çocuğuna göstermediği ilgiyi ters köşeden telafi edeceğini zannediyor. Başı derde girerse gelir bana sığınır. Evet sana sığınacak ama bir yere kadar. Sen o seslendiğinde işini bırakmadıkça, onun sevgi ve ilgi ihtiyacını gidermedikçe, onu “görmedikçe” aranızda sahici bir bağ oluşmayacak. Ve o çocuk birgün kanatlandığında, artık sana geri dönmeyecek. O zaman ne yapar bu aile? Yemedik yedirdik, giymedik giydirdik, iyi okullarda okuttuk, pikniğe bile götürdük daha ne yapalım, ah nankör evlat mı der?