Küçük Kemancı/lar

Sosyal medyada art arda intihalcilere karşı isim vermeden, açık işaretlerden sakınarak yazılmış ihtar cümleleri okudum bu ara. İntihalcilerin bu yaptığına karşı artık sessiz kalmayacağını, yazacağı yazılarla bu işin peşinde olacağını dile getirenler oldu -bekliyorum açıkçası-. Çünkü çeşitli sosyal medya platformlarında yazılan bu tür ihtarlar bir süre sonra siliniyor. Yorumlardan rahatsız olunuyormuş vs. Peki, bu alanda intihal edeninin dahi izzetini düşünerek ne yapmalı? Ortada açık bir haksızlık olduğuna göre… İntihalden emin olunduktan sonra hem yazara hem yayınevine iletilmesi sanırım ilk adım olarak seçilebilir. Buna rağmen, yazarın intihali kabul etmediği söyleniyor. “İlham” almak olarak tarif eden yazarlar var bu durumu. O halde yine aynı platformlardan isim verilmeden, orijinal kaynak ile intihal bölümleri karşılaştırmalı olarak sunulsa? Kitabı okuyan zaten kim olduğunu vs çözecektir. Gerekirse yorumlar da kapatılır. Böylece karar okuyucuya bırakılamaz mı acaba?
İntihali bilen birinin vebali olduğunu siz de düşünüyor musunuz? Yahut bir okur olarak, çok satan bir kitabın aslında o kadar da “orijinal” olmadığını bilmek ister miydiniz? Nereden alındığını vs? Karışık durumlar. Bir film repliği geldi hatırıma: (Bilenler) ya şimdi konuşsun ya da sonsuza kadar sussun!
İntihaller ve İki “Küçük Kemancı”
Hazır intihallere değinmişken, “hayırdır inşallah?” diye elimize aldığımız iki kitapla karşınızdayız bu sayıda. Aynı adlı, aynı yazara ait iki kitap: Küçük Kemancı. Farklı zamanlarda farklı yayınevleri tarafından yayınlandığını düşündük ilkin. Fakat durum biraz daha farklı.

Soldaki kitap kapaktan Eleanor H. Porter adıyla verilse de yazarı iç kapakta Johanna Spyri olarak aslına döndürülmüş.
İki kitapta kapağında Eleanor H. Porter ismini taşıyor. Fakat birini açında iç sayfada yazar isminin değiştiğini görüyoruz, Johanna Spyri oluyor. Bu isimler ilk başta bir şey ifade etmeyebilir fakat yazarların çok meşhur iki kitabı var ki, muhakkak duymuşsunuzdur. Eleanor H. Porter Polyanna’nın, Johanna Spyri ise Heidi’nin yazarı.
Yazarlar aşağı yukarı aynı dönemde fakat farklı coğrafyalarda yaşamışlar. Birbirlerinin kitaplarını okudular mı bilmiyoruz. Fakat ikisinde de benzer unsurlar yok değil. (Aslına bakarsanız Polyanna ve Heidi’de bile epey benzerlikler var. İki kitabın kahramanı da küçük kız çocukları. İkisinin de anne-babası ölmüş. İkisinin de teyzesi, onlar için hayatı zorlaştıran yetişkinler.)
Mesela iki Küçük Kemancı’da da kahraman, küçük erkek çocukları. İkisinin de deha derecesinde keman çalmaya kabiliyetleri var. İkisi de annesini hatırlamayacak kadar küçük yaşta kaybetmiş. İkisi de babası ile yaşıyor ve bir süre sonra babalarını da kaybediyorlar. İkisinin de başka akrabaları yok, varsa da kim olduklarını bilmiyorlar. Hatta kendi ailelerinin nereden geldiğini, kimler olduklarını dahi bilmiyorlar. İki çocuk da yaşadıkları yerdeki insanların aksine farklı bir iki dil de biliyor. İkisinin de hayatında kemanı ile ümit verdiği engelli çocuklar var. İki kemancı da çok kolay anlaşılmayan, duygulu, hayal gücü yüksek çocuklar.
Benzerlikleri sıralayınca hikayelerin iskeletleri ne kadar da benziyor hatta aynı gibi görünüyor.. Fakat kitapları okuyunca aslına bakarsanız hiç de intihal hissi ile karşılaşmıyorsunuz. Bütün bu benzerliklere rağmen farklı hikayeler, farklı duygular okuyorsunuz. Eğer birbirinden esinlenme varsa bile ne fark eder ki, iki güzel eser çıkmış ortaya diye bile düşünebilirsiniz. Kaldı ki o yılların, (1800’lü yılların sonu 1900’lü yılların başı) taşra hayatının az çok benzemesi, kurgulardaki mekan benzemelerini de pekala açıklayabilir.
Heidi ve Polyanna örneklerindeki gibi, İki Küçük Kemancı’da da özellikle şimdiki çocuklara kıyasla çok daha sorumluluk altında, erken olgunlaşmış çocuklar görüyoruz. Fakat ikisi de bu erken olgunlaşmayı biraz kasvetli bir atmosfer içinde gerçekleştiriyor. Hisler bazında özellikle.
Çocuklar için yazılan kitapların, metinlerin suya sabuna dokunmayan, toz pembe, sevgi dolu, eğlenceli, neşeli olmasını beklemiyorum elbette. Hayatta ne varsa çocuk kitaplarında onlar da olabilir, tabi ki dozajı önemli, yaşı önemli. Bu kitaplar yazıldıkları dönemin hayat şartları itibariyle de bugünün 9-10 yaş çocuğundan ziyade –kahramanlarımız bu yaşta-, 12 yaş ve üstü için daha uygun okumalar olacaktır muhtemelen.
Bu bahsi Porter’ın Küçük Kemancı’sından bir alıntı ile bitirelim:
“Ama en güç iş, iç seslerin uyumunu bozmadan yaşayabilmektir. Öyle değil mi?” (s. 75)
Bu kadar benzerliğe rağmen intihal hissi uyandırmayan iki güzel kurgu bir yana, önsözde bile ilham ile açıklanamayacak alıntılar yapan, kitabındaki tezleri kendi bulmuş gibi sunan ve çok satan yazarlar da yok değil. Editör görmese de (göz yumsa da), okuyucu fark ediyor. Okur fark etmese de Allah biliyor. Gerisi galiba vicdana kalmış. Tabi vicdanın sesini duymak için de biraz sükûnete ihtiyaç var. Yorumlar, beğeniler, çok satanlar listesi, hızla art(tırıl)an takipçi sayıları, günde birkaç kez beslemek gereken sosyal medya hesaplarına fotoğraf çekme, kurgu oluşturma telaşı arasında insan sükunet bulur mu bilmem. Minareyi çalan kılıfını zaten hazırlamamış mıdır vs derseniz de hiçbir şey diyemem.
Rabia Gülcan Kardaş
Bu yazı ilk olarak Okur dergisi 5. sayısında yayımlanmıştır.