Duvarda 3 Hafta
Günümüz gençlerinin biraz şımarık, sorumluluktan uzak yetiştiği konusunda dert yanan çok. Gençlerden şikayet çok eski bir tutum aslında. Her dönem için bir şikayet mevzuu var. Günümüzde ise sadece moda, marka ilgisi ile gününü gün etmek mottosunda olan gençlerin, diğer insanların ve hatta kendilerinin gerçek sorunlarını göremediği konuşuluyor.
Artık babasının prensesi değil!
Duvarda 3 Hafta’da, babasının prensesi olarak yetişmiş bir gencin, olgunlaşma, kendini bulma, kabuğunu kırma sürecini okuyoruz, diyebiliriz. Böylelikle kahramanımız, artık babasının prensesi olmaktan çıkıp, bir birey olduğunu hissediyor, kozasından çıkıyor. Zaten artık babasının prensesi olmak isteyen kim? (198)
Melisa anaokulundan beri İngilizce, Almanca konuşulan özel okullara gitmiş (150), Amerika’ya yapacağı üniversite başvurusunda iyi görüneceği için, gönüllü bir çalışmaya katılmak isteyen, ailenin tek çocuğudur. Fakat –belki de her ergen gibi- ailesi ile arası çok iyi sayılmayacak, üçlü grubu içinde baskın arkadaşı ne derse onu yapan, “erkekler, alışveriş, sınavlar, yine erkekler” (s.98) dışında bir şey konuşmayan fakat kendi sesini duyurmak da isteyen bir kızdır.
Duvarda 3 hafta!
Neticede Almanya’nın, telefon bile çekmeyen bir köyünde, eski bir duvarın yıkılıp yeniden inşa edilmesi görevindeki gençlerden biri olur. Dünyanın farklı ülkelerinden gelen gençler ile üç hafta boyunca aynı odada, uyku tulumunda uyur; birlikte işçi/amele gibi çalışır, yemek pişirir, arkadaşlıklar kurar. Kampta gördükleri sayesinde o “şımarık” arkadaş grubu döngüsünden kurtulur ve daha “kendi” olur.
Diğer iki arkadaşı yaz tatilini Amerika’da geçirmektedir, Melisa’nın da önceden hayalini kurduğu gibi. Gönderdikleri bir mesajda “Şimdi Hollywood’da biftek yiyoruz. AVM’leri görmelisin! Satın alınacak deli şeyler var” yazarlar (s.138). Halbuki Melisa “arkadaşlık, paylaşma, yeni tecrübeler, yaratıcılık, macera” gibi şeyler yaşıyordur, parayla ölçülemeyecek şeyler.
Kitabın ilk bölümü İstanbul başlığı ile kahramanımızın ailesini, arkadaşlarını, duvara gidiş sürecini anlatıyor bize. Diğer üç bölüm Melisanın olgunlaşma sürecini de ifade eder başlıklara sahip. Eski Taşları Sökmek Gerek, Uymayan Taşları Yontmak Gerek, Taşlar Yerine Oturuyor.
Melisa’nın olgunlaşma sürecini okumak yaz mevsiminde, herhangi bir genç için keyifli ve öğretici olabilirdi ve oluyordur da bazıları için muhtemelen. Fakat Melisa’nın (yazarın mı demeli) yıkıp ördüğü duvarla yeniden inşa ettiği iç dünyasının bir bölümüne rağmen, koca bir duvarla daha çevirili olduğunu görüyoruz kurgu boyunca. Fakat görünen o ki, o duvarı yıkmak şöyle dursun, daha da yüksek ve sağlam yapmak için uğraşıyor. Melisa kendi vatanındaki insanlara ne kadar da yabancı bir genç kız!
Fark edilen ve edilmeyen duvarlar
Yazar, ayrımı daha havalimanındaki kuyrukta belli eder okuyucu için (28). İki sıra vardır. Şortlu, sandaletli, pusette bile kitap karıştıran bebeklerin, sırt çantalı adamların, sarışın kadınların olduğu sıra ile poşetli, ağlayan çocukları olan aileli, bağırarak konuşan teyzeli kuyruk! Melisa “mini şortu, askılı tişörtü ve sandaleti” ile kendini ilk sıraya uygun görse de, “DİĞER ÜLKELER” kontenjanından mecburen ikinci sıraya geçer.
Bu yabancılık aileden başlıyor. Mesela babası yurt dışına gönderdiğini kızına “Türkler’den uzak dur” diye nasihat eder (s.90). Sebep, onlar “bizler gibi değil.” Almanya’daki Türklerin nasıl olduğunu birkaç satır üstte okuyoruz zaten, “başları eşarplı, uzun pardösülü”. Bu yüzden, Almanya’da tanınmamak için ismini Jale’den Jade’ye değiştiren bir Türk kızı ne kadar da haklıdır! (s.137)
Medeni olmayı sadece kıyafet üzerinden okuyan bir bakış açısı hangi duvarın kalınlığı ile denk düşer? Kızımız bavulunda getirdiği onca süslü kıyafetinin çalışma kampına uygun olmadığını fark edince onlardan utanır fakat arkadaşlarının kıyafet konusundaki rahatlığını görmek onda bir “uyanış”a da sebep olur, tabi sadece başörtü sınırlarına kadar.
Melisa kısacık şortlar giyen, başını örtmeyen biri olduğu halde pek çekingendir, utanmadan kendi fikirlerini ne zaman söyleyebilecektir? Her şeyden utanmaktan şikayetçidir, “Avrupalı kızlar gibi değiliz” (s.145) der bir açıklamasında. Büyüyüp Batılı kızlar gibi olmayı bekler (s.151), kendisini öpmek isteyen hoşlandığı çocuğu tokatladığında duyduğu utanç ile…
Kampın son günlerinde, katılanların ülkelerini ne kadar tanıdıkları üzerine yapılan, “bu da kapak olsun” dedirtecek sohbet sonunda güldürdü beni.
“Türkiye deyince; döner, baklava, kıskanç erkekler geliyor aklıma” dedi Rina.
“Hiç çarşaf giydin mi?” diye sordu Enrique.
“Saçmalamayın, ben Arabistan’da yaşamıyorum. Biz de sizler gibiyiz işte” dedim. (s.186)
Melisa gibi gençler (ve onları yazanlar) için Anadolu köylerinde kamplar düzenlense ne hoş olurdu diye düşündüm bir ara. Çöplerinin bile kıymetini bildikleri için gelişmiş Avrupa gibi (155), çöplerini değerlendiren, misafirperver Anadolu insanı ile aralarındaki duvarı yıkabilirler mi bu şekilde? Üniversite başvurularında işe yarar mı bilmem ama insanlık adına, sorumluluk almak, macera, insan tanımak, işe yaramak, hayatı solumak adına iyi olabilirdi. Tabi köylerde başörtülü Türk çok, baştan kaybediyor.
“Kitap akvaryumdan çıkıp, okyanusu görmek isteyenlere” ithaf edilmiş. Görünen o ki tek akvaryum yok. Bir akvaryumdan çıkan, bazen kendini okyanusta sansa da, sadece daha büyük bir akvaryumda olabiliyor. Ne diyelim, inşallah bir gün okyanus olmasa bile denize nasip olur…
Şimdiden iyi okumalar.
Rabia Gülcan Kardaş
Not: Bu yazı ilk olarak ARKAKAPAK Dergisi, Eylül 2017 sayısında yayımlanmıştır.
Füsun Çetinel
Günışığı Kitaplığı
Haziran 2017, 204 sayfa
Okuduğum en güzel kitaplardan biri olabilir ben VELİAHT kitabını da öneririm
Not alıyorum 😉